30 Ocak 2014 Perşembe

Serbest oyuna ne oldu?

Çocukların Oyun Sevinci - İbrahim Balaban



Bir takipçi Nesin Matematik Köyü’nün Facebook sayfasından soruyor: 6-7 yaş arası çocuklara hangi matematik kitabını önerirsiniz? Cevap şöyle: "O yaştaki çocukları matematiğe boğanları Çocuk Esirgeme Kurumu’na şikayet ediyoruz! Çocuklar kitap okusunlar, oyun oynasınlar, müzikle ilgilensinler..."

Bu zamanda anne baba olmak çok zor diyoruz ya, aslında çocuk olmak daha zor. Çünkü  çocuklar zamanının çoğunu kendilerine bir şeyler öğretmek için sürekli başlarına musallat olan yetişkinlerle geçirmek zorunda. Mesela, muhtemelen zaten kısıtlı zamanlarda gittiği parkta bindiği salıncakta gönlünce rüzgarın ve sallanmanın tadını çıkaran bir çocuk, aniden bir yetişkinin (anne, baba, bakıcı vs.) öğretme sevdasıyla bu zevkinden mahrum kalabiliyor. “Hadi bakalım her seferinde sayıyoruz, biir, ikiii, üüç...” Ya da boş bir kağıda içinden ne geliyorsa çizen bir çocuğun amaçsızca boyaları keşfetme zevki, bir yetişkinin müdahalesiyle birdenbire araba nasıl çizilir dersine dönüşebiliyor. Aynı çocuklar muhtemelen günün diğer saatlerinde de gittikleri anaokullarında her dakikaları aktiviteye boğularak yine yetişkinlerin bir şeyler öğretme sevdasına maruz kalabiliyorlar. Bu yüzden ortalık 2-3 yaşında 10’a hatta 20’ye kadar hem Türkçe hem İngilizce, hem ileri hem de geri geri sayabilen, kendi yaşları için oldukça gereksiz bilgileri ezbere bilen, bilmem ne kadar arabanın markasını görür görmez söyleyebilen çocuklarla dolmaya başladı. Zamane çocukları ne kadar da zeki... Öyle mi gerçekten?

Aileler çocuklarının bu kadar fazla bilgiye sahip olmasından gurur duyuyor olabilir ya da harika aktivitelerle çocuklarına muhteşem şeyler öğrettiklerini düşünebilirler ama maalesef uzmanlar pek aynı fikirde değiller. Günümüzde öğretme odaklı yapılandırılmış oyunların (yetişkin tarafından yönlendirilen, kurallı, hedefe yönelik) serbest oyunun yerini almasıyla ilgili ciddi endişeler var. Ufak yaşta bilgiyle doldurulan ve çok fazla yönlendirilen bu çocuklar, kendi kendilerine ya da diğer çocuklarla oyun kurmayı, hayal güçlerinin ve yaratıcılıklarının sonsuzluğunda uzun uzun zaman geçirmeyi, öğrenmenin en temel güdüsü olan merak etmeyi ve deneyerek keşfetmeyi kaybetmeye başlıyorlar. Ayrıca çocuklar yetişkinler tarafından yönlendirilerek oyun oynamaya o kadar alışıyor ki, günlük hayatlarında yapılandırılmış aktivite olmadığı zamanlarda çok çabuk sıkılır hale geliyorlar.  

Serbest oyun deyince neden bahsediyoruz peki? Çocukların kendi merak ve keşif güdüleriyle başlattıkları ve yarattıkları dünyada, hiçbir müdahale olmaksızın istedikleri rollere büründükleri, bu rolleri istedikleri gibi değiştirdikleri, hiçbir kuralın olmadığı, nereye gideceğine ve nasıl bir şekle bürüneceğine sadece ve sadece çocukların karar verdiği oyunlardan bahsediyoruz. Yani dışarıdan bakan biz yetişkinlere pek bir şey ifade etmeyen, “Napıyor bu deliler?” ya da  “Çocuk işte” dedirten türden oyunlardan. Ve biz yetişkinlerin bir zamanlar doya doya oynadığı oyunlardan. Ayrıca nesillerdir insan gelişiminin doğal ve evrimsel parçası olan oyunlardan.  

Oyun hakkında yapılan sayısız araştırmanın hiçbiri serbest oyunu sadece hareketli çocukların enerjilerini boşalttığı anlamsız bir aktivite olarak görmüyor. Çocuklar sanılanın aksine en çok oyun oynadıkları zaman öğreniyorlar. Çünkü beyni serbest oyun kadar harekete geçiren başka hiçbir şey yok. Serbest oyunun belirli kuralları takip etmeyi gerektirmemesi ve yaratıcılığı desteklemesi, beyin gelişimini yapılandırılmış oyunlara göre daha olumlu etkilemesini sağlıyor. Serbest oyun, sosyal adaptasyon, stresle baş etme ve problem çözme gibi bilişsel becerilerin oluşmasında da çok önemli bir rol oynuyor. 

2005 yılında Archives of Pediatrics and Adolescent Medicine dergisinde yayınlanan bir makaleye göre çocukların serbest oyun oynama süresinin 1981 ve 1997 yılları arasında yüzde 25 oranında azaldığı ortaya çıkmış. Geçen yıllar içinde bu azalmanın çok daha dramatik oranlara ulaştığını tahmin etmek pek zor değil. Yeteri kadar serbest oyun oynamamanın çocuklar üzerindeki etkileri henüz tam olarak bilinmiyor. Çünkü serbest oyunun çocukluğun bir parçası olmaktan çıkması ve giderek çok daha fazla sayıda çocuğun serbest oyundan mahrum kalması tam da içinde yaşadığımız dönemlere denk geliyor. Amerikalı Psikiyatrist Stuart Brown (Ulusal Oyun Enstitüsü’nün kurucusu) uzun yıllardır yaptığı araştırmalar sonucunda hayal gücüne dayalı serbest oyundan uzak kalmanın, çocukların mutlu ve uyumlu yetişkinler olmalarını engellediği sonucuna ulaştığını açıkladı. Brown ve diğer psikologlar oyun süresinin kısıtlanmasının sonucunda kaygılı, mutsuz ve sosyal uyumu düşük yetişkinlerle dolu bir nesil oluşmasından endişe ediyor. 

“Bırakın, Çocuklar Oynasın”  kitabının yazarı Albert Vinzens ise çocukların mümkün olduğu kadar fazla oyun oynamaları gerektiğini, çünkü oyunun, çocukların kendi yeteneklerine güven duymalarına destek olduğunu söylüyor. Üstelik çocuk, gelişiminin hangi dönemindeyse, oyun tam da o dönemi destekliyor. Yani oyun çocuğu kitaptan değil, kendi özünden yola çıkarak geliştiriyor. Bundan daha muhteşem bir eğitim olabilir mi? Vinzens şöyle devam ediyor: “Çocuğun kendi ritmini bulması için oyuna ihtiyacı var. Bu yüzden günümüzde pek çok okul ve yuva eğitim programı için öngörülen, mümkün olan en kısa zamanda çocukların kafalarına mümkün olan en fazla bilgiyi tıkıştırmak gibi bir amaç aslında anlamsız ve boşunadır.”

İster çocuklarının iyi okullarda okuyarak akademik başarılar kazanması beklentisiyle kendini çocuk üzerinden gerçekleştirmek deyin, ister “çocuğum okusun, iyi iş bulsun” kaygısı deyin önce ebeveynler, sonra da anaokulları ve okullar serbest oyundan birer birer vazgeçti. Çocukların okul sonrasındaki serbest zamanları bile sanat, spor ya da ekstra eğitim aktiviteleriyle doldurulmaya başlandı. Durum o kadar vahim ki serbest oyunun coşkusu ve büyüsüyle yaratılan çocukluğun o muhteşem krallığının sonu mu geliyor diye düşünüyor insan. Ve şu basit soruyu sormadan edemiyor: Bu çocuklar ne zaman oynayacak?




6 Aralık 2013 Cuma

Anaokulu yaratıcılığı öldürür mü?






“Çizgi film izlerken eline birden kağıt kalem alan oğlum kağıda heyecanla bir şeyler çizmeye başladı. ‘Ne çiziyorsun?’ diye sordum. ‘Duyduklarımı çiziyorum’ dedi.”


Eskiden çalıştığım bir otomobil dergisi için çocuklardaki otomobil algısı konulu bir haber hazırlamam istenmişti. Ben de soluğu rastgele seçtiğim bir anaokulunda almıştım. Önce 2-3 yaş grubundan çocukların olduğu bir sınıfa girdim. "Sence araba nedir? Bir arabayla ne yapmak istersin?" gibi sorular sormaya başladım çocuklara. Uçan arabalardan süper arabalara uzanan gerçeküstü bir yelpazede, hepsi biribirinden farklı bir sürü cevap geldi çocuklardan.  Cevabı çizerek anlatan da oldu, hoplayıp zıplayarak tarif eden de. Yetişkinlere yönelik dergi hazılayan bense bu cevapları nasıl dile döksem diye kafa yorarken, bu kez 4 yaş ve üstü çocukların olduğu bir sınıfa girdim. Ben ve fotoğrafçı arkadaşım sınıfa girer girmez öğretmenin bas bas bağırarak yaptığı uyarılarılarla bir anda sus pus oldu sınıf. Öyle ciddi bir hava oluştu ki içeride, zannedersin ki okul müfettişi gelmiş, tek bir yanlış da okulu kapatacak. 10 kadar çocuğun sessizce oturduğu sınıfta öğretmen beni bugün adını hatırlayamadığım bir kız çocuğunun yanına yönlendirdi. "Ona sorarak başlayın isterseniz" dedi. Bilmiş diyebileceğiniz cinsten bir kız çocuğu kafasını ve saçlarını sallaya sallaya konuşmaya başladı: "Arabayla arkadaşlarımı pikniğe götürmek isterim."  Ardından diğer çocuklara yöneldim. Tuhaf bir şekilde o kızdan sonraki bütün çocuklar tek tek aynı cevabı vermeye başladı. Soruları evirdim çevirim, değiştirdim piknikten öteye cevap alamadım. Öğretmen de durumdan rahatsız olmaya başlamış olsa gerek ki "Hepiniz aynı şeyleri söylemesenize çocuklar" deyiverdi. İşte o zaman birkaç farklı cevap koparabildim çocuklardan. Bu benim ilk anaokulu travmamdı.  

Ben  anaokuluna hiç gitmedim, çocukken evde sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Zaten annem gün içinde bizi bolca sokağa ya da bahçeye salardı. Dönemin hemen tüm çocukları gibi ilk sosyalleşme deneyimlerimi apartman bahçelerinde ya da apartman altlarındaki boş dükkanlarda, konu komşunun çocuklarıyla oynarken yaşadım. Günler  bir taşla, bir sopayla koca koca dünyalar yarattığımız, içimizdeki bitmek bilmez enerjiyi gürül gürül özgürce dışarı akıttığımız, bağıra çağıra, düşe kalka oynadığımız sonu gelmez oyunlarla geçiyordu. İlkokuldaki ilk senemiyse beni okula göndermemesi için annemi ikna etmekle geçirdiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen ikinci senede okul gerçeğine boyun eğmek zorunda kalmıştım. Er ya da geç her çocuk okul tornasına girmeye mahkum. 

Bugün artık ne sokak var çocukların hayatında ne de komşu çocukları. Onun yerine oyun grupları, etkinlik merkezleri ve nihayetinde anaokulları var bolca. Anne babalar çocukları sosyalleşsin diye onları alıp bir yerlere götürmek ve karşılığında para ödemek zorunda. İşin içine para girince de çocukların götürüldüğü yerler, her ne kadar öyle görünmese ve öyle tanıtılmasa da, çocuk merkezli değil ebeveyn merkezli yerlere dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden anaokulları, serbest oyun oynamanın çocukların en temel ihtiyacı olduğu gerçeğine değer vermeyen, bunun yerine çocuğun orada geçirdiği her dakikayı aktiviteye boğarak illa ki ona bir şey öğretmeye çalışan; bahçesindeki mis gibi çimin üzerine yapay çim döşeyen ve böylece çocukları üstü başı kirlenmeden eve gönderebilen (kirli giysi = sinirli anne), kışın soğuk, yazın sıcak diyerek koca koca bahçelerine çocukları çıkartmayan (hasta ya da düşen çocuk= sinirli anne) ve onları saatlerce dört duvar arasına kapatan; bir çocuğun elinden değil de öğretmenin elinden çıktığı aşikar, kalıp şablonlar üzerine yapılmış el işi faaliyetleriyle çocukları evine yollayan yerler. Çocuklar öyle coşkulu ve içinde bulundukları anda öyle bir neşeyle yaşayabilen varlıklar ki şüphesiz bu anaokullarında eğleniyorlar ve güzel vakit geçiriyorlar. Ama bu ortamlarda fiziksel ve duygusal enerjilerini özgürce boşaltabildiklerine, müdahale edilmeden gönüllerince (ne zaman ve ne kadar isterlerse) yaratıcılıklarını ortaya koyabildiklerine  inanmıyorum. Aksine tüm özgürlüğü ve yaratıcılığıyla o büyüleyici güzellikteki çocukluk hallerinin bu ortamlarda doğal süreçten çok daha erken yaşlarda törpülendiğini, gün be gün yok edildiğini ve eylemlerinin ana kaynağı olan iç seslerinin giderek kısıldığını düşünüyorum. 

Oğlum 2 ay sonra 3 yaşına basacak. Çevremizde bu yaşta anaokuluna gitmeyen tek bir çocuk bile tanımıyorum.  Bu anlamda bir mahalle baskısı yaşadığımı söyleyebilirim. Çocuğa bakıcının bakması kadar tuhaf bir şey nasıl normalleştiyse, çocukların erken yaşta anaokuluna gitmesi de o kadar normalleşmiş durumda. Çalışan anne olmanın ya da çocuk bakmaktan yorgun düşmüş çalışmayan anne olmanın büyük payı var elbet anaokulu yaşının 3 yaş olarak ilan edilmesinde. Çünkü çalışan anne çaresiz, çalışmayan anne ise gerçekten çok yalnız. Ben de o yalnız ve yorgun annelerden birisiyim. 

Çocukluk insanoğlunun en şiirsel, en bilge, en yaratıcı ve çıplak hali... Gününüzü bir çocukla geçirdiğinizde bunu çok daha derinden hissediyorsunuz. Bir gün bu güzelliği kendi ellerimle okul tornasına teslim edecek olmaksa benim en büyük üzüntüm.  

8 Kasım 2013 Cuma

Peyzaj değil, doğa istiyoruz!



Göztepe Parkı'ndaki bu güzelim ağaç, daha fazla
peyzaj alanı açmak için 2013 yılında kesilmiştir.



Fotoğraf: Goncagül Sunar


Bugün doğadan kopuk yetişen nesil bir gün büyüdüğünde ve ortada doğayı sahiplenecek kimseler kalmadığında, gerçek çevre felaketi o zaman başlayacak. 

Eğer ormanlara giren iş makinaları, hafriyatla doldurulan denizler, üzerine beton dökülen topraklar içimizi sızlatıyor, öfkemizi kabartıyorsa; ağaçları sarıla sarıla sahipleniyor, sökülen ağaçların yerine yeni fidanlar dikmeden içimiz rahat etmiyorsa, bunda küçük yaşlardan itibaren doğayla kurduğumuz bağın büyük payı var. Sağaltıcı, yatıştırıcı, iyileştirici doğayla aramızdaki bu derin bağın temelleri, özellikle çocukken doğada geçirdiğimiz ve derin tatmin duyduğumuz anlarda atılmaya başlıyor. Çok basit; doğa yaşamı güzelleştirir, tüm duyularımızı uyardığı için varoluşu derinleştirir, kendi benliğimizin dışındaki yaşamı görmemizi ve kucaklamamızı sağlar. Bugün Gezi Parkı'na ve ODTÜ'nün ormanlarına cesurca sahip çıkan gençler, muhtemelen doğayla henüz çocukken bağ kurmuş, doğayı neden korumaları gerektiğini kuru bir bilgi olarak değil kalplerinden hissederek bilen bir nesil. Peki ama onlardan sonra gelecek nesiller de böyle olabilecek mi?

Teknolojinin içine doğan günümüz çocukları, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar, hayvanlarla, ağaçlarla, ayla, güneşle dolu çocuk kitapları ve oyuncaklar eşliğinde büyüseler de günlük hayatlarında giderek artan oranda doğadan yoksun büyümekteler.  Yenilenme adı altında peyzaja boğulan, sırf peyzaja alan yaratmak için ağaçları kesilen, süslene süslene parktan çok çiçek bahçesine dönüştürülen, çimine basılamayan, oturulamayan, bazılarında çocukların top oynamasına bile izin verilmeyen (bkz. Göztepe Parkı), "o yasak, bu yasak" diye görevli mafyası tarafından habire uyarı alınan manikürlü semt parkları çocukların doğa ihtiyaçlarını yeterince karşılamıyor maalesef. Çünkü çocukların doğayla ilişki kurma biçimi bize benzemiyor. Onlar, bizler gibi oturdukları banklardan saatlerce tablo seyreder gibi hayran hayran çiçekleri seyretmiyor ya da harika lalerin, güllerin önünde boy boy fotoğraflar çektirmeye bayılmıyorlar. Koşmak, tırmanmak, yuvarlanmak, saklanmak, izlemek, ellemek, merak edip sorular sormak, kısaca her şeyi bir oyuna çevirmek ve eğlenmek istiyorlar.  “Çocuklar gizlenmeye olanak veren, bitki kümeleriyle ayrılmış, yabanıl, kuşku uyandıran, düzensiz yerlerin sunduğu maceraya ve gizeme değer verirler” diyor Richard Louv. Yani çocuklar duyularıyla, merak duygularıyla ve macera güdüleriyle ilişki kuruyor doğayla. 

Belli bir yaşa kadar doğaya kendi başlarına gidemeyeceklerine göre çocukların doğada daha çok zaman geçirmelerini sağlamak ebeveynlerin en önemli sorumluluklarından biri olmalı bence. Bunu yaparken onların doğayla kurdukları ilişki biçimine saygı göstermeyi de unutmamak gerekiyor.





14 Ağustos 2013 Çarşamba

Sokak


Fotoğraf: Goncagül Sunar

Bugün çoluğa çocuğa karışmış 40'lı hatta 30'lu yaşlardaki anne babalar, çocukken İstanbul'da nasıl büyüdüğünüzü hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. Mesela apartman arka bahçelerinin, okul bahçelerinin asfalt değil de toprak olduğunu... Her mahallede en az bir tane koştur koştur doyamadığımız koca arsalar olduğunu, bu yüzden hemen hepimizin bir kaç kez de olsa mutlaka ağaca tırmanmayı denediğimizi... Karıncalarla ya da bilimum börtü böcekle yakından ilişki kurduğumuzu, hatta üzerlerinde binbir çeşit deneyler yaptığımızı... 

Okuldan sonra annelerimizin bizi evde yedirip sonra sokağa saldığını... Dilimiz sarkana kadar dışarıda yakan toptur, saklambaçtır, çeşit çeşit oyunlar oynadığımızı... Kızların gruplaşıp habire lastik atladığını, sek sek oynadığını... Ne çok düştüğümüzü, kabuk kabuk yaralarımızın kolumuzdan bacağımızdan hiç eksik olmadığını.. Höpürdeterek yediğimiz şeftalilerin, domateslerin sularının her yerimize aktığını... Ellerimizin, üstümüzün başımızın sokakta oynamaktan leş gibi olduğunu... Sokak satıcılarından ne çok şey alıp yediğimizi...

Şehir içindeki bir sürü plajdan, olmadı Büyükçekmece, Kumburgaz, Selimpaşa gibi yakıncacık yazlık yerlerden bol bol denize girdiğimizi... Yazlık yerlerde, bütün okul tatili boyunca istisnasız her gün sabahtan akşama kadar sahilde boş boş takıldığımızı... Sıkılınca yan sahillerde ya da denizin içinde, hem maceralı hem riskli işler peşinde koştuğumuzu... Ne çok deniz anasını, yosunu mıncıkladığımızı, midyeyi, taşı, kayayı elleyip incelediğimizi... Dudaklarımız üşümekten mosmor olana kadar denizden çıkmadığımızı... Yaz yağmurunda ya da gün batımında denize girmenin zevkini bildiğimizi... Yazlık yerlerdeki tarlalardan yürüttüğümüz koca koca ayçekirdeği çiçeklerine altın bulmuş gibi sevindiğimizi, kırarak aramızda paylaştığımızı... Akşam eve yemek yemeğe gelip bir posta daha sahile koştuğumuzu... Yıldızları, mehtabı ne çok seyrettiğimizi... Hiç ama hiç eve girmek istemediğimizi...

Tesadüfen keşfettiğim "Doğadaki Son Çocuk" kitabını okurken İstanbul'da geçen çocukluğumla ilgili o kadar çok ayrıntı hatırladım ki; İstanbul'daki çocukların şimdi nasıl içler acısı bir şekilde doğadan uzak büyüdüğünü derinden hissettim. Her günü ve saati planlanan, aktivitesiz bırakılamayan; gerek AVM'lerdeki gerek parklardaki yapay çocuk oyun alanlarından başka hareket alanı olmayan, araba koltuğunda ordan oraya taşındığı için zaten pek hareket edemeyen, anaokulu bahçesi (ki o da şansı varsa) bile yapay çimden olan, ilkokul bahçesinde zaten iki damla toprağı bile olmayan, parmak boyası ya da oyun hamurundan öte elini kirletemeyen ve en acıklısı küçücük yaşta eline ipad'di akıllı telefondu tutuşturulan bir nesilden bahsediyoruz. Böyle bir neslin gelecekteki ruhsal ve fiziksel sağlığından şüphe etmemek mümkün mü?  

İstanbul eski İstanbul değil evet, herkesin ağzında aynı laf var zaten. Bu lafa sığınmadan düşünün bir gün bakalım. Çocuğunuzla sokağa çıktığınızda daha "doğal" bir gün yaşayın mesela. Belki devamı gelir.  Üst baş leş gibi olmadan, toprağı ellemeden eve dönmek yok ama.